Bir Fili Yemeye Nereden Başlamalı?...


Herkesin doğuştan kör olduğu bir ülke düşünün. Bu ülkede kimse gerçekte dışarıda ne olduğunu bilmediği için dokundukları, hissedebildikleri, duydukları ile oluşturdukları dünya resmine göre yaşıyor, herşeye dokunup şeklini anlayamayacaklarına göre, bir başkasının, çoğu zaman da konu üzerinde otorite saydıkları birilerinin resimlerini kabul ederek onu gerçek sayıyorlar. Gel zaman git zaman ülkelerine daha önce hiç elleyip dokunmadıkları, bilmedikleri bir şey geliyor: Bir fil bu. Tabi her zihinsel kapasitesi gelişmiş ve çevresi ile fayda/tehlike ilişkisini kurabilmiş insan topluluğu gibi, bu ülke insanları da hemen bu filin ne menem bir şey olduğunu araştırmaları, gerekli verileri toplayarak fili kavramsallaştırmaları için kendileri de kör olan uzmanları bu fili incelemeye ve filin neye benzediğini bildirmeye gönderiyorlar.

Düşünmek, beklemek,...

Neler var yapabilecekleriniz arasında? Sizi hedeflerinize, istediklerinize, hayallerinize ulaştıracak nelere, ne gibi özelliklere, güçlü yanlara, yeteneklere sahipsiniz? Bunca yıllık yaşamınızda bu anlamda işe yarayacak neler öğrendiniz, hangi becerileri edindiniz? Üzerine bineceğiniz ve sizi düşlediğiniz geleceğe taşıyacak aracın üzerinde ne yazıyor? Size önerim yazıyı okumaya devam etmeden önce belki elinize kağıt kalemi alıp yazmasanız bile (ki bu en iyisi olurdu), aklınızdan bu sorulara yanıt vermeniz.

aferim evlat


Ünlü yazar Ayn Rand’ın muhteşem kitabı “Atlas Silkindi”de sorulan bir soru var: “Eğer öldüğünüzde, sizden önce yaşamış o bütün büyük insanlar, fark yaratmış büyük beyinler tarafından karşılansaydınız, ne duymak isterdiniz onlardan?” Kitapta bu soru sanki karakterlerden birine soruluyormuş gibi, ama aslında hepimize soruluyor gibi değil mi sizce de biraz?Evet, siz, ey okuyucu, diyelim ki öldünüz, ve öldüğünüzde her nasıl bir yerse orası öte dünyada baktınız ki sizi karşılayanlar o sizin büyük kabul ettiğiniz, hayranlık duyduğunuz kişiler, bilim adamları, sanatçılar, yaratıcılar, düşünürler, devlet adamları, kaşifler, mucitler, yazarlar, müzisyenler, iş adamları... Karşınızda duruyorlar. Ne duymak isterdiniz bu kişilerden, ne demelerini isterdiniz size, nasıl karşılasalar sizi mutlu ederdi, hangi sözleri yüreğinize dokunurdu, eve geldim hissi uyandırırdı sizde? Yazının devamını okumadan biraz düşünmenizi, hatta belki not almanızı öneririm.
Düşünüp yazdınız mı? Ayn Rand’ın buna yanıtı, benim içimde bir şeyleri yerinden kıpırdatıyor, gözlerimin dolmasına yol açıyor: “Aferin evlat, iyi iş çıkardın!” Evet, gerçekten de tarihteki bu büyük insanlardan, büyük zihin ve kalplerden duyulacak bundan daha güzel bir şey var mı sizce? “İyi iş çıkardın, aferin, bu dünyadaki zamanını layık olduğu şekilde geçirdin!”

Usta bu yol nereye gider?...

ABD Kaliforniya’daki Esalen Enstitüsü’nde 70’li yılların ortasında bir grup tarafından yapılan bir çalışma, çok ilgi çekici. Bu grup, hem batı, hem de doğu geleneklerinin, felsefenin, psikoloji biliminin ve diğer bütün alanların yarattığı ve kullandığı kişisel gelişim ve aydınlanma tekniklerini içeren bir katalog yaratmak gibi ilginç bir çabaya girişmiş. Topladıkları teknik ve yaklaşımların sayısı onbini aştıktan sonra durmaya karar vermişler.
Günümüzde kendini bir birey olarak, bir profesyonel olarak, veya bir yönetici olarak geliştirmeye karar veren bir çoğumuzun düştüğü tuzak da burada saklı. O kadar çok yöntem, yol, eğitim, kitap, sistem, öğretmen, koç, seminer, kaset, program var ki! Hemen her verdiğim liderlik veya koçluk becerileri eğitiminde katılımcılara eğitimin başında sorarım: Bu eğitimden ne almak istiyorsunuz, hedefiniz nedir diye? Çoğu zaman her gruptan bir veya iki kişi anlatılanların teorikten çok uygulamaya geçirilebilecek şeyler olması dileklerini belirtirler. Bazen onlardan daha çok risk alanlar ve dürüst davrananlar olur: Derler ki, “eminiz ki burada keyifli bir iki gün geçireceğiz, ama bu anlatılanların elle tutulur bir fark yaratacağına inanmıyorum”. Çok doğru bir tespit!
Çünkü gerçekten, değişim ve gelişme, iki günlük eğitimle, veya kataloğu çıkarılan onbin yöntemden en iyisini bulduğunuzda, veya elektronik posta ile son ilan edilen harika programla olmayacak. En iyi yöntem meditasyon mu, yoga mı, yoksa psikoanaliz mi, veya dışavurumcu sanat mı bilmiyorum. Zamanın efendisi olmak için Outlook’u mu kullanmak lazım, Maarif ajandasını mı? Önceliklendirmeyi Covey’in “önemli – acil matriksi”ni kullanarak mı yapmalıyız, yoksa yeni “üretkenlik gurusu” David Allen’in son kitabı “İş Bitirici”de anlattıklarını mı uygulamalıyız, hatta bazılarının iddia ettiği gibi bize, Türk kültürüne uygun birşeyler mi yaratmalıyız, onu da bilmiyorum. Tek bildiğim şey şu: Yöntemden yönteme atlayarak, ve herhangi bir dış faktörün bizi adam etmesini bekleyerek istediğimiz yere varmamızın imkanı yok. Çünkü beklediğimiz gibi mucize çözümler yok yaşamda.

ANLAMAK

ilk pdr bölümünü yani rehberlik ve psikolojik danışmanlık bölümünü kazandığımda birşeyler öğrenmeye, kitap karıştırmaya çok meraklıydım. birgün bir kitapta şunu öğrendim. anlamadan hiçbirşeyi başaramayız. o kadar anlamlı geldi ki bu söz bana üzerinde günlerce düşünecek kadar zihnimi meşgul etti. gerçekten bu mu anlamı ve ya neyi kastediyor. sonra şu yargıya vardım gerçekten de her işi anlayarak yapmak cidden çok faydalıymış.

En mutlu düşten daha mutludur uyanmak...


Bir dostumla yemek yiyoruz, öğleyin. İyi durumda değilim. Biraz önce biten ve benim tanık olduğum bir karşılaşma, hiç de benim istediğim gibi gitmemiş. İki uykuda insan birbirine girmiş, kendilerini uyanık sanarak. Her biri diğerinin rüya gördüğüne emin, kendi yarattıkları canavarla savaşmışlar ve doğal olarak kurşunların ve sözlerin işlemediği bu canavara yenik düşmüşler. Ben ise kendi canavarımla boğuşuyorum şimdi.
Bu halimi gören bilge dostum çiğnediği lokmaların arasında duruyor. Dikkatle ve endişe ile süzüyor beni. “Ya Dost’um,” diyor. “Ne yapıyorsun şimdi?”
Sorusunu algılamaya çalışıyorum mücadelemin arasından. Sonra elimden geldiğince, dilim döndüğünce o olaydan, o rüyada, kabusta olan iki dostumdan bahsediyorum, nasıl gerçeği göremediklerinden, nasıl kendi yaptıkları şeyler için birbirlerini suçladıklarından, nasıl kendi yarattığı canavarlarla savaştıklarından ve yenildiklerinden bahsediyorum. Nasıl beni dinlemeyi reddettiklerinden ve kendi dramalarına aşık olduklarından, bundan nasıl beslendiklerinden dem vuruyorum. Sonra kendime dönüyorum, üstüme düşeni yapamadığımdan, zayıf düştüğümden, elimden bir şey gelmediğinden bahsediyorum.